Gerçeklikten metafora: Antik Mezopotamya’da kadın bedeni
İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi’nin Mezopotamya bölümündeki bir vitrinde pişmiş topraktan kalıp yapımı insan figürlü plakalar sergilenir. Bazen yaşam alanlarında bazen de tapınaklarda ve mezarlarda keşfedilmiştir bu objeler… Akad döneminden başlayarak ve bilhassa Eski Babil döneminde üç boyutlu nesneler olarak popülerlik kazanmışlardır. Çoğunlukla kadınları, elleri göğüs ya da kasıklarında çıplak olarak cepheden gösteren ve bazen erotik sahneler içeren bu plakalar, nesne ile izleyicisi arasında bağ kuran bir karşılaşma sunuyor. Başka bir açıdan bakıldığında bu karşılaşma hem böyle objeleri üretip saklayanların hem de yıllar sonra bile onları müzede seyredenlerin bedene dair deneyimlerini sorgulatan zaman ötesi bir ana dönüşüyor.
Ne de olsa beden, geçmişten günümüze yaşadığımız her türlü gündelik deneyimin maddesel kayıt yüzeyi değil midir? Hislerin adeta saklama kabıdır, hafızamızın koruyucu duvarıdır; hatta dokunma ve görme gibi tüm duyularımızla veya kol, bacak gibi uzuvlarımızla -engelli bireylerde olduğu gibi bunların bazılarının eksikliğinde bile- çevremizle etkileşime geçtiğimiz yerdir. Bu kayıt yüzeyinin arkeolojisine başvurmak, kişiyi ve toplumdaki cisimleşmiş diğer kişiler arasındaki ilişkileri sorgulamak anlamına gelir. Arkeolojide yakın zamanlı yaklaşımlar, bedeni yalnız bir temsil alanı değil, bireye özgü deneyimlerle kil gibi şekillenen bir fiziki yapı olarak kabul ediyor. Diğer bir deyişle, bedenin sadece semiyotik yani göstergesel olarak süs, kıyafet, saç gibi anlam işaretleriyle kodlanan pasif bir şey olduğu anlayışı eleştiriliyor. Bunun yerine, bedenimiz aracılığıyla çevremizdeki nesneler ve varlıklarla kurduğumuz ilişkilerin yine bedenimiz üzerindeki kültürel işaretlere olan tesirini incelemek teşvik ediliyor.
Bu noktada bedenin anlamlandırılmasının modern toplumlarda ‘Batı’ merkezli olduğunun altını çizmek ve bu durumun ister istemez geçmiş bedeni ele alış şeklimize yansıdığını kabul etmek gerekir. Batı felsefesinde beden ve zihin ikiliği, düşünürleri en çok uğraştıran sorunlardan biri olmuştu. Zihnin bedenden ayrılabilir olduğu fikri aynı zamanda cinsiyetlendirilmişti: Doğa, beden ve duygular kadınlarla özdeşleşirken kültür, akıl ve evrensel olan her şey erkekle ilintiliydi. Fakat bunun geçmişte her zaman böyle olmadığını dünyanın çeşitli yerlerinde yapılan etnografik çalışmalar doğruluyor. Başka kültürlerden de bilindiği üzere modern tıbbın psikolojik olarak nitelediği her türlü kavram zihnimizle değil, bedenimizle alakalı sayılabiliyordu. Bu durum Antik Mezopotamya’da da geçerliydi. Akadcada libbu(m) kelimesi; kalp, bedenin içi ve bununla birlikte duyguların, düşüncenin ve hafızanın merkezi anlamına geliyordu. Diğer bir deyişle, kalp sadece bedenin çekirdeği değildi, kalp ve zihin aynı kelime olarak bütünsel bir kavramdı.
Mezopotamya’daki beden anlayışı, zihin-beden ayrılmazlığı haricinde ontolojik anlamda da Batı felsefesinden farklıdır. Beden, heykeller veya anıtlar gibi diğer tezahürlerde kendini kopyalayabilen bir varlıktır. Ruh görünüşe göre aynı anda birden fazla nesnede ikamet edebilir. Tanrılar, yalnızca insanın bedenine değil, onun sonraki tüm imgelerine de hayat bahşederler. Zainab Bahrani ve Anne Porter’ın çalışmalarında tartıştıkları gibi, bir heykel ‘temsil’ veya ‘doğanın taklidi’ değildir, dolayısıyla bizim bugün sanat dediğimiz şeye aslında tam olarak karşılık gelmez. Örneğin, bir tanrıçanın tapınağı (yani evi) için yapılan heykeli de onun varlığıyla doluydu. Bu varlık, tanrıçanın bedeni görünümündeki diğer nesnelerle başka coğrafyalarda paylaşılabilirdi. Dolayısıyla beden eşit derecede madde ve ruhtu. Hem geçici hem de ebediydi.
Erkeklerin rasyonelliği ve kadınların duygusallığıyla paralel inşa edilen zihin-beden ikiliğinin bozulması, Mezopotamya için ikili cinsiyet anlayışının da farklı açılardan ele alınmasını gerekli kılıyor. Geç dördüncü bin yıldan itibaren yazılı ve görsel kanıtlar, insan bedeninin algılanmasında hem genital organlar gibi biyolojik cinsiyet işaretlerinin hem de kıyafet gibi toplumsal cinsiyet unsurlarının önemli bir rol oynadığını göstermektedir. Zihin-beden gibi ikiliklerin aksine kadın ve erkek düalizminin en azından biyolojik düzlemde antik kültürlerin çoğunda geçerli olduğu kabul edilir. Mezopotamya’da da kadın olma ve erkek olma haline karşılık gelen ayrı ifadeler vardı: Sümercede nammunus ve namnitah; Akadcada ise sinnišūtu(m) ve zikrūtu(m) kadınlık ve erkeklik olarak çevrilebilir. Fakat şunun da altını çizmek gerekir: Cinsiyet her durum için önem arz etmeyebilirdi ve cinsiyeti belirsiz yani kesin cinsiyet belirteçleri ile işaretlenmeyen bedenler de mevcuttu.
Biz bu yazıda ise Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki plakaların temel meselesini oluşturan ‘kadınların’ bedenleri üzerinden bir zaman yolculuğuna çıkacağız. Fakat Batı merkezli düşüncenin sirayet ettiği ve eleştirel yaklaşmamız gereken başka bir mevzu daha bulunuyor: Kadının bereket ve cinsellikle eş tutulması. Bu algılayışın kendine has enteresan bir tarihi vardır. On dokuzuncu yüzyılda Avrupalılar Antik Yakın Doğu’da yürüttükleri ilk kazılarda keşifler yaparken pagan dinlerini ‘bozuk’, bu coğrafyanın medeniyetlerini ‘çökmüş’ olarak kabul ettiklerinden ‘kutsal fahişelik’ gibi absürt kavramlar üretmişler, mezarlarda refakatçi olarak gömülen kadınları ‘cariye’ olarak yorumlamışlardı. Asuroloji, modern bir çalışma alanı olarak Viktoryen dönemde ortaya çıktığında kadın cinselliğiyle ilgili tartışmalar zaten revaçtaydı. Kısacası toplumsal cinsiyetle ilgili önyargılar ve kadınların failliğini yok sayan tutumlar, akademik tartışmalarda zamanla hakimiyet kurdu.
Yakın geçmişin önyargıları haricinde Antik Mezopotamya’dan birincil kaynaklarımızın büyük çoğunluğu zaten erkek merkezli ve heteronormatiftir. Tecavüz ve evlilik dışı cinsel ilişki gibi kadın bedeninin ihlalleri, Sümer ve Akad kanun metinlerinin esas konularından biriydi. Erkeklerin kadınlara duyduğu arzu, kadın arzusunun ifadelerinden sayıca üstündü. Hemcins arzu ifadeleri ise asgari düzeydeydi ve muhtemelen yazılı metinlerde artık tanıyamadığımız şekillerde kodlanmıştı. Böylece orijinal metinlerde dahi erotizmin vücut bulmuş hali olarak kadınla baş başa kalmaktayız. Mitolojide Nergal’ın Ereşkigal’ın güzelliğinden etkilenmesi gibi eril arzuyu körükleyen kadınsı güzellik fikri, Antik Yakın Doğu Edebiyatı’nda yaygın bir motifti. Yukarıda değindiğim Eski Şark Eserleri Müzesi’ndeki plakalar da büyük ihtimalle çıplak kadının cinsel açıdan çekici olduğunu vurguluyordu.
Peki kadınlar kendi bedenlerine dair hiç mi yazıp çizmemişti? Ne yazık ki günlük gibi kişisel hikayelerin kaydedildiği ve insanların iç dünyalarına ışık tutabilecek potansiyelde belgeler antik dönemlerde pek yoktu. Yine de Mezopotamya’dan mektuplar, evlat edinme metinleri, vasiyetler gibi kadınlar tarafından yazılmış veya yazdırılmış belgeler yoluyla seslerine ulaşabiliyoruz. Tabii unutulmaması gereken sözlü gelenekler de vardı. Örneğin, Stephanie Budin gibi araştırmacılara göre, İnanna ve Dumuzi’ye yazılan ilahiler kadınların kendi aralarında paylaştıkları sözlü şiir geleneğinden kaynaklanıyor olabilirdi.
Tüm bu parçalı ve sınırlı kayıtlar, birtakım görsel malzemeyle birlikte bizlere kadınların kil gibi şekillendirilmiş tarihini sunuyor. Şimdi bu kaynaklardan bazı örnekleri takip ederek kadın bedenini üç tema üzerinden kısaca inceleyeceğiz: Kadının ‘vekil’ bedeni, kadının ‘emek veren’ bedeni ve kadının ‘doğuran’ bedeni.
YERDE VE GÖKYÜZÜNDE ARACI KADINLAR
Antik Mezopotamya’da ev mefhumu ister ölümlüler ister ilahlar için olsun kaotik dış dünyadan ayrıştırılan özel bir anlama sahipti. Bunun için çeşitli apotropaik yani tılsımlı objeler evlerin, sarayların ve tapınakların zeminine, kapı girişlerine ya da duvarlara gömülürdü. Bir nevi objelerle ilahlara bahşedilen bir aracılık yetkisiydi bu. Ölümlüleri tanrılar dünyasına bağlamak, girişte tanıttığım ve yaşam alanlarında kullanılan bir çeşit muska olarak görülebilecek Eski Babil plakalarında da söz konusuydu.
Eğer Mezopotamya’da bir kral olsaydınız, bazı tanrıçaların sizin adınıza daha yüksek rütbeli tanrılara müdahale ederek o tanrıları bir konu için ikna etmelerini sağlayabilirdiniz. Örneğin, ikinci bin yılın ortalarına gelindiğinde, İnanna/İştar Mezopotamya tarihinde her zaman baskın bir tanrıça olmasına rağmen panteondaki konumu, krallarla olan ilişkisi sebebiyle daha önemli hale gelmeye başlamıştı. Problemli bir terim olarak genellikle kutsal evlilik şeklinde tercüme edilen, aslında Antik Yunan’dan aktarılan ‘hieros gamos’ kavramı da bu durumla bağlantılı görülebilir. İnanna/İştar ve Dumuzi/Tammuz merkezli bu ritüel kayıtlarında kralın Tammuz’u, seçilmiş bir kadının ise İştar’ı cisimleştirdiği anlatılır. Ritüel birliktelikle kral bir nevi İştar ile evlenir, ilahi güç tanrıçadan krala geçmiş olur. Altını çizmek gerekir ki bu ritüellerde cinsel birlikteliğin gerçekleştiği şüphelidir. Ayrıca kutsal evliliğin görsel ve yazılı kaynaklardaki sembolizmi, Üçüncü Ur Hanedanlığı zamanı ve onu takiben İsin-Larsa dönemleriyle sınırlıydı. Yani tanrıçalar aracılığıyla ilahi gücün aktarılması belli dönemlerde kralların yönetimlerini meşrulaştırma çabalarının bir parçasıydı.
Tıpkı krala yaklaşmak için bir aracıya ihtiyaç duyulması gibi -tapınaklardaki rahiplerin konumunu da düşünebiliriz- belli tanrılara ulaşmak konusunda tanrıçaların rolü büyük olmuştur. Sargon’un kızı Enheduanna, İnanna’dan göklerin tanrısı An’ı yardım etmesi için ikna etmesini ister. Sümer ağıtları, felaketli olaylara aracılık etmeleri için tanrıçalara yakarışlarla doludur ve onlara sıklıkla ‘anne’ diye hitap edilir. Dualar bazen tanrıların özel anları için bile geçerli olabilirdi. Bir Kassit silindir mühründe şöyle enteresan bir şefaat isteği geçer: “Ey tüm toprakların hükümdarı Ninlil, evlilik yatağında, zevk odanda sevgilin Enlil’e benim adıma da güzel bir söz söyle.”
Bazı Sümer ve Eski Babil silindir mühürlerindeki sahnelerde bu aracılık konumu daha barizdir. Mührün sahibi mahcup bir şekilde arkada durur ve bir tanrıça tarafından kudretli tanrıya takdim edilir. Lider tanrıçanın mührün sahibini başkasının huzuruna tanıtması, Üçüncü Ur Hanedanlığı döneminin de yaygın motifleri arasındadır. Örneğin, Nippur’da keşfedilmiş bir mühürde Lama tanrıçası, ibadet eden bir kadını bileğinden tutarak, tahtta oturan başka bir tanrıçaya götürür. Lama, kelimenin tam anlamıyla ibadet eden kişi ile tanrıçayı bir araya getirme konumundadır. Bu sahneyi özel yapan ise figürlerin tamamının kadın olmasıdır.
Pişmiş toprak plakalar, mühürler, ilahiler ve adak metinleri dışında, gündelik hayatın diğer alanlarında bile kadının aracı konumda olduğu fark edilebilir. Evliliği ele alalım! Bazı durumlarda gelin doğduğu evden ayrılmakla kalmaz, kendi atalarının inancını da kocasının atalarının kültüyle harmanlayabilirdi. Böylelikle yeni bir evi, yeni bir ailesi ve hatta bir dereceye kadar yeni tanrıları olurdu. Diğer taraftan böylesi vakalar, kadınların hem kendi akrabaları hem de eşinin akrabalarıyla ilişkilerini sürdürmeleri nedeniyle evliliğin aileler arasında köprü kurmak olarak işlev gördüğü anlamına geliyor.
Biraz da yönetici sınıfa baktığımızda krallar arasında ittifak kurmak için evlendirilmek üzere saraydan gönderilen bazı prenseslerin hikayelerini biliyoruz. Amarna’da keşfedilmiş mektupların birinde Babil kralı Kadašman-Enlil, Mısır kralı III. Amenhotep’e şöyle yazar: “Benim kızım ile evlenme konusunda yazdıklarına gelince; o yetişkin biri oldu, evlenecek yaşta. Onu sana getirmesi için sadece yetkili birilerini gönder.”
Anlaşıldığı üzere ister ölümlü ister ölümsüz olsun, bir nevi erkekler dünyasının birbirleriyle ve tanrılarıyla ilişkilerini düzenleyen vekillerdi kadınlar… Bazen de diplomatik evliliklerde olduğu gibi aracı olmaya mecbur bırakıldılar. Etkinlikleri tabii ki bunlarla sınırlı değildi…
FAİL VE EMEKÇİ KADINLAR
Antik Mezopotamya’da başta gıda ve tekstil üretimi olmak üzere kadınların günlük emeğinin çoğu, dayanışmayla gerçekleşmişti. Bugün Anadolu’daki köylerde de süregelen bir gelenek olarak açık havadaki bir fırının etrafında topluca ekmek pişirme gibi faaliyetleri hayal edebiliriz. Böylesi mekâanlar aynı zamanda bilginin ve deneyimin sohbet aracılığıyla diğer kadınlara aktarıldığı yerlerdir. Sosyalleşerek çoğaltılan emeğin merkezinde kadın bedeni vardır.
Fakat emeklerine rağmen kadınların işi nadiren ‘erkek işi’ gibi kabul ediliyordu. Antik Mezopotamya’da ‘ekonomi’ (Antik Yunanca’da ‘oikos”’ yani ‘ev’ kelimesinden geldiği üzere) esas olarak ev merkezliydi. Özellikle toplumun alt sınıflarından kadınlar, erkekler kadar hatta çoğu zaman erkeklerden fazla çalışıyordu. Bir evi idare etmek için kadınların, bira yapımından ekmek pişirmeye, dokuma işlerinden çocuk bakımına, tarlada hasada yardımcı olmaktan hayvanlarla ilgilenmeye kadar pek çok meselede fail olduklarını fakat tüm bunların günümüze ulaşan kaynaklara pek yansımadığını unutmamak gerekir. Temelde ataerkil bir toplumun sınırları içerisinde hareket etmek zorunda kalsalar da bu durum kadınların hiçbir gücü ve otoritesi olmadığı anlamına gelmemelidir. Özellikle yönetici sınıftan bazı kadınların isimleri ve eylemleri günümüze ulaşmıştır. Örneğin, Urkeš (Tell Mozan) şehrindeki kraliyet depolarında bulunmuş mühür baskıları arasında kraliçe Uqnitum’a ait olanlar dikkat çeker. Saray idaresinde önemli bir rol oynadığı anlaşılan Uqnitum, mühür baskılarında anneliğe vurgu yaparken şehrin Hurri kralı Tupkis ile eşit büyüklükte gösterilmişti. Yine Urkeš’te keşfedilen bir başka mühür baskısında kral Naram-Sin’in kızı Tar’am-Agade bir eş veya anne tasviri yerine güç ve şiddete karşılık gelen hayvanlarla mücadele sahnelerinin ortasına ismini yazdırmıştı. Babası Sargon tarafından Ur’daki bir tapınakta yüksek rahibe olarak atanan, yazdığı şiirlerle meşhur Enheduanna ise Mezopotamya tarihinde ismi birçok yerde geçen nadir kadın isimlerindendi.
Böyle örnekler rahatlıkla çoğaltılabilir. Fakat yazıyı tamamlamadan önce ‘gerçekliğini’ bildiğimiz hayatlardan biraz uzaklaşıp doğum üzerinden ‘metaforlar’ dünyasına geçiş yapalım. Doğum, Mezopotamya’da kadınlarla yakından ilişkili, fakat erkeklerin üzerine yazıp çizdiği bir meseleydi. Enteresandır ki doğumla ilgili çivi yazılı metinler, iyi belgelenmiş arkeolojik bağlamlardan geldiğinde veya kolofonlar taşıdığında Kişir-Aššur gibi erkek şifacılara (modern tıp çağrışımından dolayı doktor kelimesinden kaçınıyorum) işaret eder.
Bununla birlikte Sultantepe’de olduğu gibi bazen erkek şifacıların kendi mülklerinde bulunan küçük arşivlerde gün yüzüne çıkarılmışlardı. Fakat bu metinlerin bize anlattıkları, sesleri günümüze ulaşamayan kadın ebelerin doğum hakkında sözlü olarak paylaştıkları bilgilerin izlerini de taşıyor olmalıydı. Antik Mezopotamya’da doğuran bedenin nasıl algılandığı sorusu, bu metinlerdeki metaforların ve örtük kavramların takibiyle kısmi olarak cevaplanabilir.
METAFORLAR VE ‘TEKNOLOJİK’ BEDEN: YARATICI KADINLAR
Babil ve Asur tıbbi metinlerinde; kadın ve erkek arasındaki anatomik farklılıklar veya adet, menopoz, hamilelik ve doğum gibi kadınlara özgü süreçler hakkında açıkça yorum yapılmaz. Hatta kadın ve erkeklerin cinsel sıvıları arasında da bir fark olmadığı anlaşılabilir. Yani kadınların da meni ürettikleri düşünülmüştü. Mezopotamya’da tıbbi tedaviye eşlik eden büyüler ve ritüeller de bulunmaktadır, böylece modern tıptan farklı bir şifacılık sistemi karşımıza çıkar. Bu sistemde bedenin nasıl algılandığı ise insan-çevre etkileşimine ilişkin deneyimler ve doğadaki fenomenlerle analoji yani benzerlik yoluyla ifade edilmiştir. Ulrike Steinert, Mezopotamya’da kadın bedeninin üretken bir beden olarak tarım ve hayvancılıktaki üretim süreçleriyle karşılaştırıldığını tartışmaktadır. Örneğin sulamak ve tohum ekmek, kadınların hamile kalmasıyla alakalı cinsel metaforlardır. Zaten hem erkek hem kadın bedeninin işleyişi genel olarak kültürel teknolojilerle anlamlandırılmıştı. Bazı araştırmacılar, tedavi metinlerinden yola çıkarak, ağız ile anüs arasında içinden sıvıların ve besinlerin aktığı bir nehir ya da kanal benzeri bir yolun hayal edildiğini öne sürmüştür. Fırat ve Dicle’de olduğu gibi, bu vücut kanalındaki normal akış tek yöndeydi ve işleyişinin kontrol edilmesi önemliydi. Bunun için ciddi hastalıkların semptomları olarak bu kanalın tıkandığı veya düzgün çalışmadığı düşünülmüştü. Lavman ve kusturma gibi tedavilerle bu duruma müdahale edilmeye çalışılmıştı.
Kadın cinsel organları için hem Sümerce hem Akadcada bulunan çok sayıda terim, birtakım mimari imgeleri de yansıtır. Sümercede šà (bedenin içi; karın, kalp) ve Akadcada libbu(m) olan ya da Sümercede šà-tùr, Akadcaya ise šassūru olarak ödünç alınan ifadeler, metaforik olarak rahmi ifade eder. Rahim imgesi ise bir yapı olarak ‘inek ağılı/hayvan ahırı’ anlamına gelen tùr unsurunda yer alır.
Sümercede hayvancılıktan bir benzetme yapılarak rahim, bir barınak veya iç mekan olarak hayal edilmişti. Tùr işareti aynı zamanda doğum tanrıçası Nintur’un adını yazarken de kullanılmıştı. Doğum konusunda insanlar ve hayvanlar arasındaki bağlantı yalnız dilde değil görsel tasvirlerde de mevcuttu. Mezopotamya’da ana tanrıçaya omega (Ω) sembolüyle referans verilmekteydi. Bunun da iki boynuzdan oluşan bir rahim ile karakterize edildiği, ineğin üreme sistemine güçlü bir benzerlik taşıdığı tartışılmıştır. Zaten inekler mitolojide doğumla ilişkilendirilir. Örneğin, Ay Tanrısı Sin bir ineğe aşık olur ve inek hamile kalır. İnek doğum yaparken epey zorluk çeker, tanrı Sin ise ona yardım etmek için iki koruyucu ruh gönderir; sonunda buzağı doğar. İneğin daha fazla zorluk yaşamadan doğurması gibi acı çeken kadının da bebeğini koruyucu varlıklar aracılığıyla doğurabileceğine inanılır.
Rahmin daha enteresan boyutu ise semantik olarak bazı ifadelerde kap şeklinde karşımıza çıkmasıdır. Akadca’ya agarinnu(m) olarak alınan Sümerce aĝarin kelimesinin temel anlamı alet üretiminde kullanılan pota, kalıp gibi kaplardır. Aĝarin ekşi mayaya ve insanlığın yaratılışıyla ilişkili verimli ilkel kile de referans verir. Rahmin bir kap olarak metaforlaşması, muhtemelen çömleklere yapılan çocuk gömüleri gibi başka kültürel uygulamalara da yansımıştır. Diğer bir deyişle küp mezarlar, insanın önce kilden rahimdeki konumunu hatırlatmış olabilir. Enki’nin insanları kilden yarattığı Babil yaratılış mitlerinde de toprak ve rahim arasında bağlantı vardır.
Kil dışında doğumu metaforlaştıran bir başka unsur sudur. Kozmolojik anlayışla paralel olarak bebeğin yaratıldığı rahim karanlık ve su dolu bir yer olarak hayal edilmişti. Bu amniyotik sıvı, erkek ve kadın sıvılarının birbirine karışmasıyla oluşan bir sıvıydı. Bazı metinlerde doğumun kendisi de nehir boyunca yüzen bir tekne metaforuyla bahsedilmiştir.
Kadın doğum sırasında bu tekneyi yönlendirir, yani kaptandır. Doğum yapan kadını simgeleyen ve aynı zamanda amniyotik sıvı içindeki bebeğe de gönderme yapan tekne motifi, Tufan hikayesindeki gemi motifi veya Sargon efsanesi ile Musa’nın hikayesinde de geçen, bir sepet içinde nehre bırakılan bebek motifi gibi başka anlatılarla da kıyaslanabilir. Yeni Asur döneminden bir mersiyede, doğum sırasında ölen kadın için “akıntının ortasında bir tekne gibi sürüklendi” ifadeleriyle ağıt yakılır.
Yakın Doğu literatüründe bugüne dek hakim görüş, kadın bedeninin doğum için etkisiz bir hazne olarak algılandığı şeklinde. Yani erkek, ‘tohumunu’ rahme ekerken kadın yalnızca o tohumu karnında saklar ve sanki üremeye esaslı hiçbir katkıda bulunmaz. Fakat Mezopotamya’dan yazılı kaynaklara farklı açılardan bakış, kadın bedeninin metaforik olarak etken ve fail olduğunu doğrular. Yani doğum söz konusu olduğunda her iki cinsiyetin tamamlayıcı olduğu bir ilişki modeli kurulmuştu.
CİNSİYETLENDİRİLMİŞ BİR TARİHİN PEŞİNE DÜŞMEK…
Elbette antik çağda kadınlara dair birçok hacimli kitap yayımlandı ve bu kısa yazıda mevcut verilerin tamamından bahsetmek mümkün değil. Antik Mezopotamya, üç bin yıldan fazla tarihselliği olan bir coğrafya ve bu geniş kronolojik çerçeve içerisinde kadınların rolleri elbette önemli farklılıklar gösteriyor. Ayrıca bazı yerleşimler ve zaman dilimleri çok iyi belgelense de bazı dönemler arasında boşluklar bulunuyor. Bu sınırları, yazının başında belirttiğim Batı düşüncesi temelli problemlerle ele alırsak antik çağlarda yaşamış kadınların tarihini yazmanın hiç de kolay olmadığını ama sorular sormaya devam etmenin yararlı olduğunu vurgulayarak yazıyı bitirelim. Türkiye’de arkeologların ve tarihçilerin çoğu; kadınları, sabit kimlik kalıplarına indirgenmiş bir varlık olarak ve genellemelerle ele almaya devam ediyor.
Kadınların konumları, yaptıkları, yapamadıkları, erkeklerle kıyaslanmaları sıkça mevzubahis oluyor. Belki bu yazı da başlığıyla ve içeriğiyle bu tuzağa düşüyor. Fakat bedeni teorik anlamda merkeze alan bir yaklaşımın başka pencereler açabileceğine inanıyorum. Kadın kavramının gerçeklikten metafora uzanan bir spektrum olduğunu ve tarihsel ve kültürel olarak bir kil gibi şekillendiğini göstermesi açısından…
Eski Şark Eserleri Müzesi’nde pişmiş toprak plakaların sergilendiği vitrinin önünden başladığımız zaman yolculuğunun sonunda tekrar şimdiye dönelim ve Fatmagül Berktay’ın ‘Tarihin Cinsiyeti’ kitabının giriş kısmındaki sözlerini hatırlayalım: “Gene de hiç belli olmaz, bakarsınız günün birinde, farklılığın kutuplaşmış ikiliklerin sınırlarına hapsolmadığı düşünsel ve siyasal bir iklimde, bugün ancak bir özlem olarak var olabilen ‘cinsiyet tanımayan akıl ve insan’ kavramı, gerçeğe dönüşür. Ama o zamana dek, cinsiyetlendirilmiş bir tarihin, teorinin ve felsefenin peşine düştüğümüz için bizi kim kınayabilir?”
*Doktora Öğrencisi, Brown Üniversitesi Joukowsky Arkeoloji ve Antik Dünya Enstitüsü